ANAYASACILIK VE TÜRK TARİHİNDE ANAYASACILIK HAREKETLERİ
- Furkan Emiralioğlu
- 31 May
- 16 dakikada okunur
Av. Hasan Furkan EMİRALİOĞLU
1. GİRİŞ
İnsanlığın Âdem’den bu yana sürekli bir değişim yaşadığı ve ilk yaratılanın dünyaya tek başına gönderildiği düşünüldüğünde; insanların gruplaşmaları, komünler oluşturmaları insanlık tarihi açısından çok kıymetli bir kilometre taşıdır. Şüphesiz ki, bu kilometre taşına ulaşıldığı tarihin ilk dönemlerinde oldukça küçük ve sıradan ilişkilerle bir araya gelmiş topluluklar söz konusu idi. Ancak günümüze değin bu gruplaşmalar günden güne büyümüş, önce devletleri sonrasında ise uluslararası örgütleri oluşturmuştur. Günümüzde gelinen noktaya bakıldığında bir örgüt olarak Birleşmiş Milletler’de neredeyse dünyadaki tüm insanlık temsil etmektedir.
Hukuk; adalete dayanan toplumsal yaşama düzenidir. Oluşan her grup bir düzene muhtaçtır. Bu düzenin adil olması devamlılık için olmazsa olmazdır. Nasıl aile içinde sözlü bazı kurallar aile yaşamımıza şekil veriyorsa, aynı şekilde bir futbol takımı veya mağaza yönetimi de kurallara tabidir. En ufak toplumların bile bir düzene ihtiyaç duyduğu dünyamızda; oldukça karmaşık ve kalabalık sistemler olan devletlerin de düzene ihtiyaç duyduğu tartışmasız bir gerçektir.
Dünya tarihi boyunca siyasal iktidarın geçirdiği değişimler ve dönüşümler neticesinde yönetme gücünün sahipleri oldukça farklılaşmıştır.[1] Tarihin ilk dönemleri dini liderlerin veya komutanların ön plana çıktığı örgütlenmeler görülürken, ilerleyen yıllarda monarklar yönetimleri tek bir yere toplayabilmeyi başarmıştır. Bu yönetim binyıllar boyu sürmüş ve nihayet ortaçağda ilk çatırtıları duyulmuş, yeni çap ve yakın çağ boyunca dünyanın hemen her yerinde yıkım yaşamıştır. Dünyada az kalan harici örnekler dışında hakim olan yöneten sınıfı halktır. Halkın yönetimdeki payının artmasına çanak tutan ve daha sonra halkın yönetimi ile daha da geniş bir güce kavuşan olgu ise anayasadır.
Bu çalışmamız ile hem anayasa kavramı izah edilmeye çalışılacak, hem de dünyadan ve Türk tarihinden örneklerle anayasacılık hareketleri izah edilmeye çalışılacaktır.
2. ANAYASA KAVRAMI
Devlet tüzel kişiliği, bünyesindeki insan sayısı ve aygıtların çokluğu ile karmaşık ve çok yönlü bir yapıdır. Bu hali ile devlet, adil bir düzen vaadinde bulunmaz ve gereğini yerine getirmezse devamlılık sağlaması imkânsızdır. Zira devlet bir toplumsal uzlaşının ürünüdür. Uzlaşı sona ererse, devlet de sona erer.
Devletler tarih boyunca, toplumdaki her bir unsurun uzlaşıya bağlı kalması adına sayısız düzenleme yapmış ve zaman içerisinde iktidarından taviz vermiştir. Bu süreçte en önemli adım şüphesiz ki anayasallaşmadır. Zira anayasallaşma halkın iktidardan pay alması, siyasal iktidar olmaya soyunmasıdır.
Anayasa Latince’den gelen constitutio kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelimenin sözlükteki karşılığı “kuruluş”tur.[2] Kelime anlamı da ortaya koymaktadır ki, anayasalar devletin kuruluşları ile, oluşları ile ilgilidir. Anayasalar devlet tüzel kişiliğinin sınırlarını çizen, yönetim anlayışını belirleyen, teşkilatlanmasını tayin eden, hasılı devleti düzenleyen hükümlerdir.
Anayasaların muhteviyatında; devlet yapısı, hükümet modeli, erkler, erklerin ilişkileri, kişisel hak ve hürriyetler ve benzeri hükümler bulunur.[3] Kelsen’in “Normlar Hiyerarşisi Kuramı” ile sistematik hale getirdiği üzere bu anayasa hükümlerinin aksine kanun ve uluslararası anlaşma dahil herhangi bir hüküm getirilemez. Öte yandan anayasalara tanınan bu güç, tüm mevzuatın anayasanın çizdiği olurlar üzere inşa edileceği anlamına gelmez. Hükümlerin anayasaya aykırı olmaması, onların anayasaya uygun olduğunu ifade etmek için yeterlidir. Yani herhangi bir konuda anayasa yasak koymamış veya bir emir vermemişse, o hususta herhangi bir hüküm getirilebilir. Bu duruma Anayasanın üstünlüğü ilkesi adı verilir. Anayasanın üstünlüğü ilkesi anayasaları önemli kılan en mühim ilkedir. Zira Anayasalar devletlerin boynundaki künyedir. Ona bakılarak devletin işleyişine dair pek çok bilgi edinilebilir.
3. ANAYASACILIK NEDİR?
Şüphesiz ki yazılı olan kurallar daha çok kişiye erişir, değiştirilmesi güçtür, keyfiliğe engeldir ve en önemlisi kalıcıdır. Dolayısıyla bütün hukuki metinlerin yazılı olması esastır. Zira hukuka uygun olan da budur.
Anayasacılık, anayasaları yazılı hale getirme akımıdır. Liberal devlet anlayışının bir ürünü olarak ortaya çıkmış olup ilk başarılı örneklerini ABD(1787) ve Fransa’da (1791) vermiştir. Ancak anayasacılık tarihini ABD Anayasası ile başlatmak doğru olmayacaktır. Zira çok daha önceki tarihlerde yazılı olmayan veya yazılılık etkisine sahip olmayan bazı anayasacılık hareketleri de vuku bulmuştur.
4. TARİHTE ANAYASACILIK
Anayasacılığın tarihsel sürecine bakıldığında antik çağlardan bu yana anayasa benzeri metinlerin bulunduğu görülmektedir. Hammurabi Kanunları, Urukagina Emirnamesi, Solon Fermanı gibi anayasal nitelikte metinler bunlara örnektir. Buna karşın literatüre göre (pek çok tartışmaya rağmen) modern anayasacılık tarihinin miladı olarak Magna Carta Libertatum’dan belirtilmektedir.
Magna Carta ortaçağın mutlak monarşik düzeninde açılan ilk gediktir.[4] Magna Carta esasen anayasa olmaktan öte, baronlar ile monark arasındaki bir anlaşmadır. Bu anlaşma neticesinde baronlar yönetimde söz hakkı elde etmiş, monark ise yetkilerinin bir kısmını kaybetmiştir.[5] İşte tam da bu özelliği ile Magna Carta; devletin yapısını ele alan, teşkilatlanması ile ilgili düzenlemeler getiren bir yapıdadır.
Magna Carta modern anlamdaki anayasalara nazaran oldukça ilkel bir düzenlemedir. Merkezine aldığı konu baronlar ile monark arasındaki iktidar paylaşımıdır. Ne Ortaçağın önemli bir figürü olan kiliseye, ne de halka yansıyan önemli değişiklikler getirmemiştir. Ancak özellikle 36. Maddedeki “writ de odio et atia” hükmü ile kişi güvenliğinin temeli atılmıştır.[6] Yine pek çok maddesi modern insan haklarına temel kabul edilmekle birlikte, halkın Magna Carta’dan yarar sağladığını söylemek imkansızdır.
İlk defa gerçek anlamda iktidarın sınırlandırılması sonucunu doğuran metinler 1628 Haklar Dilekçesi ve 1689 Haklar Beyannamesidir. Ancak onlar da anayasal metin olmaktan öteye geçememiş, modern anlamdaki anayasaların hüviyetine erişememiştir.
İlk modern anayasa Amerika Birleşik Devletlerinde 1787 yılında kabul edilmiştir. Halen kullanılmakta olan bu anayasa ile pek çok sosyal ve siyasal hak koruma altına alınmış, anayasacılık tarihinde büyük bir çığır açılmıştır. Ardından gerçekleşen Fransız İhtilali ile ilk Fransız anayasasının kabulüne giden süreç başlamıştır. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi T. Hobbes, J. Locke, J.J. Rousseau gibi isimlerin büyük etkisi altında yayınlanmıştır. 1791 yılına gelindiğinde ise Avrupa’nın ilk anayasası olan Fransız Anayasası yürürlüğe girmiştir. Böylece ardı ardına ülkelerin anayasa kabullerinde bulunduğu yoğun bir anayasacılık döneminin içerisine girilmiştir.
5. TÜRK TARİHİNDE ANAYASACILIK
Türk tarihinde yasama faaliyeti –modern dönemlere gelene kadar- hemen her dönemde sözlülük özelliği göstermektedir. Hem İslamiyet öncesi dönemde, hem de sonrasında ana referans kaynağı dini öğretiler olan, örfi hükümlerin de ehemmiyet arz ettiği bir hukuk anlayışı hakimdi.[7] Bu anlayışın adı “töre” kelimesi ile ifade edilmektedir.[8]
Töre her ne kadar hayat içerisindeki hemen her konuya ilişkin hükümler barındıran kazuistik bir hukuk sistematiğini bünyesinde barındırsa da; aynı zamanda devlet tüzel kişiliğinin varoluşuna ilişkin koyduğu hükümler, monarkın görev ve yetkilerini, kurultay veya toy adı verilen meclis oluşumunu düküm altına laması gibi nedenlerle sadece bir medeni kanun veya ceza kanunu değil, aynı zamanda anayasa özelliği de göstermektedir.[9] Buna karşın; bir metnin anayasa sayılabilmesinin en öncelikli koşulu yazılı olmasıdır. Ancak Türk tarihinin en belirgin hukuki kaynağı olan törenin herhangi bir yazılı metni yoktur. Bu genel olarak örf, ahlak ve dini kurallar bütünüdür ve manzum değildir. Bu yüzden anayasa olarak sayılmasının imkanı yoktur.
Fermanlar ve kanunnameler de töreler gibi Türk tarihinin en önemli hukuksal kaynaklarındandır. Daha ziyade yazılı metinler olmaları dolayısıyla anayasalara yaklaşan ancak konuları itibariyle sosyal hayatı ele almaları[10] dolayısıyla anayasa hüviyetine erişemeyen bu metinler, Sened-i İttifak öncesi dönemde Türk ve İslam dünyasının başlıca hukuk kaynağı idi.[11]
a. 1808 SENEDİ İTTİFAK
Sened-i İttifak sözlük anlamı itibariyle bir sözleşme, anlaşma anlamlarını ihtiva etmektedir. Bu anlaşmanın tarafları sultan ve ayanlardır. 17. Ve 18. Yüzyıllar boyunca Osmanlı devletinin iktisadi anlamda gerileme yaşamasına paralel olarak Sultanın mülklerinde daralma, etkinliğinde azalma meydana gelmiştir. İşte bu zayıflamanın gölgesinde, güç boşluğundan yararlanarak Osmanlı tebaasından yeni bir kesim türemiştir. Ayanlar olarak ifade edilen bu sınıf, tıpkı Avrupa’daki burjuvazi gibi paranın sahibi konumundaydılar. Sultanlar sürekli olarak borçlanır ve iktisadi anlamda çöküş yaşarken ayanlar mali güçlerine güç katmışlardır.
Ayanlar ile sultanın güçleri arasındaki makas gittikçe daralırken, yaşanan uyuşmazlıklar da günden güne artış göstermiştir. Sultanın İstanbul ve çevresindeki küçük bir alana sıkıştığı ve diğer hemen her yerin ayanlar tarafından yönetildiği bir dönemde tahta çıkan Sultan II. Mahmut, sadrazamlığa yine bir ayan olan Alemdar Mustafa Paşa’yı getirmiştir.
Sultanın ayanlarla arasındaki sorunları çözmek ve otoritesini sağlama almak istemesinin bir sonucu olarak Alemdar Mustafa Paşa aracılığıyla ayanlar sulhe davet edilmiş ve sultanın otoritesini tanımaları istenmiştir. Bunun karşılığı olarak Sultan Mahmut ayanların can ve mal güvenliğini temin etmiş, haksız cezalandırmalarla veya uygulamalarla karşılaşmaları halinde bir araya gelmelerine cevaz vermiştir. Sultanın tam otoritesini eksiksiz tanıyan ayanlar, otoritenin kötüye kullanılması halinde sultanın ve dahi sadrazamın durdurulmasında haklı konumda olacaklarını senede ekletmişlerdir. Böylece menfi bir durumda isyan etmek ve direnişe geçmek örfe uygun hale gelmiştir. Sened ile özellikle devletin taşradaki memurları gündeme alınmış, yapacakları her önemli işte sadrazam mührü ile harekete geçmeleri karara bağlanmıştır. Böylece ayanların taşrada ne denli devlet otoritesine üstün geldiği de tescillenmiştir.[12]
Senedin sonuna konulan zeyl maddesi ile kabul tarihinden itibaren göreve gelen her sadrazamın anlaşmayı mühürleyerek göreve başlaması kararlaştırılmıştır. Dolayısıyla ayanlar Avrupalı derebeyleri gibi konumlarını sağlama almak ve miras yoluyla güçlerini devretmek istemişlerdir. Bunu gören saray eşrafından Eğri Boyun Ömer Ağa'nın Sultan’a "Bu Senet sizin istiklâl-i saltanatınıza dokunur. Lâkin reddi dahi kabil değildir. Şimdilik çaresiz tasdik olunup, sonra bunun fesih ve ilgası çaresine bakılmalıdır" dediği rivayet edilir. Senet karşısında sultanın zor durumda olduğu ve şartları kabul etmek zorunda kaldığı açıktır. Zira devletin istikbali, ordunun ve hazinenin tekrardan güç bulmasını bu anlaşmada aramıştır Sultan II. Mahmut.
Sened-i İttifak’ın en önemli özelliği ise tarihte ilk defa Osmanlı Sultanının mutlak ve tartışmasız kudreti sınırlandırılmış, ayanlar üzerindeki etkileri azaltılmıştır. Bu anlaşma her ne kadar uzun süre yürürlükte kalmasa da, Sultanın sorgulanmaz iradesinde kalıcı bir iz bıraktığı ve anayasallaşma yolunda Türk tarihinde bir milat olduğu açıktır.
b. 1876 KANUNİ-İ ESASİ
Fransız ihtilali ile başlayan sürecin dalga dalga tüm Avrupa’yı kasıp kavurması ile Osmanlı İmparatorluğu da anayasacılık furyasına katılan devletlerden olmuştur. Ancak Kanun-i Esasi’ye gelen kadar Osmanlı’da hayati öneme sahip iki farklı ferman yayınlanmıştır. Bunlar Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856)’dır. Dönemin padişahı Abdülmecid tarafından her iki ferman da istikrarlı bir şekilde uygulanmış ve kurtuluş gerçekleştirilen reformlarda görülmüştür.
3 Kasım 1839 günü Gülhane’de Sadrazam Mustafa Reşit Paşa Gülhane Hatt-ı Hümayunu adıyla ilan edilen Tanzimat fermanı ile “Din, dil, ırk ve mezhep farkı gözetmeksizin herkesin canı ve malı devletin güvencesi altında olacak” ifadesine yer verilmiş, dolayısıyla halk seviyesinde eşitliklere güvence verilmiştir. Ayrıca halkın ve hazinenin zararına sonuçlar meydana getiren iltizam sisteminin kaldırılacağının ilan edilmiş olması da mühimdir.[13] Yargılamadan ölüm cezasının verilemeyeceği, özel mülkiyetin tam koruma altında olacağına dair sözler verilmiş, tüm haklardan Müslüman ve gayrimüslim tebaanın aynı derecede yarar sağlayacağı ifade edilmiştir. Tüm bu özellikleri itibariyle Kanuni Esasi öncesi ilklerin fermanıdır Tanzimat Fermanı. Pek çok özelliğinin eksik olması dolayısıyla anayasa sınıfında yer almasa da çok önemli haklar ve yenilikler getirmiş, bir anayasa kadar tesiri olmuştur.[14]
Islahat fermanı ise daha ziyade azınlık hakları açısından büyük bir öneme sahiptir. Avrupalı ülkelerin baskısı ve yapılan anlaşmalar neticesinde varılan Islahat Fermanı sürecinde; belli başlı konularda azınlıkların haklar kazanması ve pozitif ayrışması söz konusu olmuştur. Eskiden beridir azınlıkların bazı haklar bakımından kazançlı, bazıları açısından dezavantajlı olmalarına dayanan denge Islahat Fermanı ile geri dönülmez şekilde bozulmuştur.[15] Dolayısıyla azınlık hakları açısından ilk etapta olumlu görünen değişiklikler, uzun vadede Müslüman tebaanın zora düşmesi ve gayrimüslimlerin yanında zayıf kalmasına neden olmuştur.
Osmanlı’da geçmişten son dönemlere değin süre gelen iktidarın kaynağına ilişkin sorgulama, anayasallaşma sürecinde Osmanlı’nın geri kalmasına neden olmuştur.[16] Zira o dönemlerde anayasallaşmanın zorunlu bir unsuru olarak demokrasi ve liberalizm kavramları da ön plana çıkmakta idi.
Osmanlı’da esen batılılaşma rüzgarları uzun yıllar boyunca sarayın duvarlarına çarparak dağılmıştır. Ancak 19. Yüzyıla gelindiğinde artık sultanların da batılılaşma çabası içerisine girdiğini, izahı da yapılan tanzimat ve ıslahat fermanı bahislerinden görüyoruz. Artık geri kalmış eski bir dev imparatorluk olarak Osmanlı, batılılaşmayı bir kurtuluş aracı olarak görmeye başlamıştır. Kanuni Esasi de böyle bir dönemde, kurtuluş çabasının sonuçlarından biri olarak ortaya çıkmıştır.
23 Aralık 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi her ne kadar 1978’de yürürlükten kaldırılmışsa da, 1908 ihtilali ile Sultan II: Abdülhamd’in tahttan indirilmesi sonucu tekrar yürürlüğe sokulmuştur. Osmanlı’nın tek anayasasıdır. Ahmet Mithat Efendi başkanlığındaki bir heyet tarafından düzenlenmiştir. Emredici hükümler olan kavaid-i külliye ile başlamaktadır. Hanefi İslam şeriatına uygun şekilde oluşturulmuş olmasının yanında gayrimüslimlerin hakları da koruma altında tutulmuştur. Buna karşın Hanefi olmayan Müslümanlar hakkında ayrıca düzenleme getirilmemiştir. Tüm toplumu kapsama hedefi ile düzenlenmiş ancak bu yanı ile tüm toplumu kapsama hüviyetine erişememiştir.
Siyasal iktidarın sahibi olarak halkın görülmesi ve padişahın bu iktidara vekalet ediyor olduğunun ifade edilmesi önemlidir. Ayrıca Meclis-i Mebusan’ın kurulması ve halkın kısmen de olsa yönetimde hak edinmesi önemlidir. İlk ilan edildiğinde sultanın mutlak veto yetkisi olması dolayısıyla meclis yetkilerini tam aktif şekilde kullanamamıştır. İhtilalden sonra ise mutlak veto yetkisi yerini zorlaştırıcı vetoya bırakmıştır.[17]
Mecliste hem Müslüman hem de gayrimüslim mebusların bulunması Osmanlı’daki azınlıkların hakları bakımından önemli görülmüştür. Ayrıca bu özelliği ile pek çok Avrupa ülkesinde olmayan ileri bir demokrasi örneği sergilenmiştir.
Meclisin açılması ile başlayan yeni dönemde Sultanın mutlak hakimiyetine dayanan mutlak monarşi yıkılmış, yerini meşruti monarşiye bırakmıştır. Böylece Osmanlı Devletindeki köklü ilk sistem değişikliği yaşanmıştır.
1908’de İttihat ve Terakki önderliğinde yapılan ihtilal ve 31 Mart Olayları ile ikinci kez meşrutiyet ilan edilmiştir. Kanun-i Esasi ile sınırlar çizilen padişah otoritesi bu sefer oldukça kısıtlanmış ve tam bir meşruti monarşiye geçiş yapılmıştır. Yeni dönemde devletin idaresinde Meclis tek aktif tol iken, sultan ikincil planda kalacak ve sembolik yetkileri olacaktır.
Her ne kadar atılan adımların sıralaması Avrupa’dakilere benzer şekilde gelişse de, Osmanlı’daki anayasal gelişmelerin son sürat ilerlemesi ve henüz olgunlaşmadan daha ileri adımların atılması asimetrik sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bir yandan demokratik kazanımları padişahı yıkarak ilan eden Jön Türkler, diğer yandan balkan topraklarındaki özgürlükçü hareketlere engel olamamıştır. Zira padişah iradesini ayaklar altına alarak azınlıklara cesaret kaynağı olmanın yanında, ordunun ciddi bir kısmı ile İstanbul’a yürüyüp yerleşerek, devamında Sultanın özel birliklerini dağıtarak balkanlardaki Osmanlı hakimiyetini zedelemişlerdir. İttihat ve Terakki hakimiyetinde Sultan Mehmed Reşat ve Sultan Medmet Vahidettin dönemlerini geçiren Osmanlı İmparatoprluğu, Sevr anlaşması ve İstanbulun işgali ile fiilen sona ermiştir. Fiilen sona erene değin ve 1924’teki anayasa ilan edilene değin (Teşkilat-ı Esasiye’de hükmü olmayan konularda uygulanmak üzere) Kanun-i Esasi yürürlükte kalmış ve Osmanlı-Türkiye devletlerinin yönetiminde etkili olmuştur.
c. 1921 TEŞKİLAT-I ESASİYE
16 Mart 1920 günü İstanbul’un işgal edilmesinin hemen ardından son Osmanlı Mebusan Meclisi tekrar açılmamak üzere itilaf kuvvetlerince kapatılmıştır. O tarihlerde Mustafa Kemal Paşa ve bazı subayların önderliğinde başlayan Anadolu’daki direniş hareketi bir meclis kurulmasına karar verdi. 23 Nisan 1920 günü, yani işgalin üzerinden henüz bir ay geçmişken Ankara’da Büyük Millet Meclisi adıyla bahsi edilen meclis kuruldu.[18]
Kurulan meclis her ne kadar ilk zamanlarda bağımsızlık iddiasında olmadığını ancak kapatılan Mebusan Meclisinin yerini doldurmak ve işgale karşı çıkmak için kurulduğunu deklare etse de; ilk gündeme alınan konulardan olan Teşkilat-ı Esasiye kanunu esas niyeti ortaya koyar nitelikte idi.
Her ne kadar Teşkilatı Esasiye bir kanun olarak anılsa da; hükümet modelin belirlemesi, bir sistem öngörmesi gibi pek çok farklı anayasa özelliğini barındırmasından ötürü tipik bir anayasa olarak ele alınmaktadır.
Yapımına 21 Ekim 1920’de başlanılmış ve yapılan çalışmalar sonucunda 20 Ocak 1921 günü mecliste oylanarak kabul edilmiştir. Aslında kabul edilen bu anayasa, o zamana kadar BMM’nin fiili çalışma modelini yazılı ve resmi hale getirmenin dışında çok da büyük yenilikler getirmemiştir. Ayrıca oldukça az konuya değinen Teşkilatı Esasiye, değinmediği hususlarda Kanuni Esasi’nin yürürlükte olduğunu hüküm altına almıştır. Böylece hem savaş döneminde uzun bir yasama faaliyeti ile uğraşmak mecburiyeti ortadan kalkmış, hem de daha evvelden etraflıca düşünülüp, kararlaştırılan kapsamlı bir anayasal metinden destek alınmıştır. Özellikle temel hak ve hürriyetler alanında hiçbir hükme yer verilmemiş olması nedeniyle modern anayasalardan oldukça net bir biçimde ayrılır.
1921 Anayasası; savaş döneminde iki, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yalnızca bir yıllık döneminde yürürlükte olan ve genel olarak dünya devletlerinin tercih etmediği bir yönetim modeli belirleyerek meclis hükümeti sistemini öngörmüştür. Buna göre delegeler halk tarafından, vekiller delegeler tarafından seçilecek, seçilen vekiller bakanları ve meclis başkanını ayrı ayrı seçerlerdi.[19] Devletin başında meclis iradesi vardır ve onu temsile meclis başkanı ile bakanlar yetkilidir.
Meclis hükümeti sisteminin en karakteristik özelliklerinden biri güçlerin birbirleri ile olan ilişkisidir. Bu sisteme göre yürütme de yargı da meclisin tahakkümü altındadır. Yani güçler birliği vardır. Bakanların meclis içerisinden vekiller tarafından seçilmesi ve mecliste çalışmaları bu durumun ispatıdır. Yani meclis hükümetinin yürütme yüzü olarak beliren İcra Vekiller Heyeti, adından da anlaşılacağı üzere, bir vekiller topluluğudur. Tipik bakanlar kurulu yapılanmalarından tamamen farklı olmakla birlikte İsviçre’de olduğu gibi modern örnekleri de vardır.[20]
Her ne kadar 1921 Anayasasında yargı konusuna ilişkin bir hüküm bulunmasa da uygulamada net bir yasama üstünlüğü durumu söz konusudur. Özellikle Teşkilatı Esasiye yürürlükte iken kurulan İstiklal Mahkemelerinin işleyişi ve BMM ile olan ilişkileri bu durumun açık ispatıdır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmiş ve “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” maddesi eklenmiştir. Böylece bir yıldan oldukça kısa bir dönem yürürlükte kalmış, yeni yasama dönemi ile birlikte yürürlüğe giren 1924 anayasası ile birlikte yürürlükten kalkmıştır.
d. 1924 ANAYASASI
1924 Anayasası da tıpkı 1921 Anayasası gibi Teşkilatı Esasiye ismine matuftur ancak zaman içerisinde bu ismin kullanımı 1921 Anayasasına mahfuz hale gelmiştir. Yeni anayasa ile birlikte hem Kanuni Esasi rejimi ortadan kaldırılmak istenmiş, hem de genç Türkiye Cumhuriyeti‘nin temelleri atılmıştır.
Anayasa ile birlikte güçler birliği ilkesinden vazgeçilmemiş ancak tipik özellikleri görünen meclis hükümeti sistemi terk edilmiştir. Yeni dönemde görülen sistem tipik olarak herhangi bir kalıba sığmayan kendine has özellikler göstermektedir. İşbu sebepten karma sistem olarak anılmaktadır.
Tek partili CHP yönetimi altında geçen bu süreç, 1950 yılına kadar tam demokratikleşme amaçlarına ulaşamamıştır. 1924 anayasasının yürürlüğü süresince hem Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, hem de Serbest Cumhuriyet Fırkası ile istenilen atılım gerçekleştirilememiş, tek partili sistemden çıkılamamıştır. Bu özelliği ile dönem; emellerinde demokratik olmanın yanında, tek seslilik dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en totaliter dönemi olarak anılmaktadır.
Getirilen anayasa ile birlikte rejim karmaşası sona ermiş ve cumhuriyet rejiminde karar kılınmıştır. Başkentin Ankara olarak ilan edilmesi, meclisin Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak anılmaya başlaması, ulusal marşın anayasaya eklenmesi gibi özellikleri ile de nadide bir konuma sahiptir. Ayrıca saltanatın kaldırılması ile başlayan dönem içerisinde pek çok kökü değişim yaşanmıştır. Hilafetin kaldırılması, devlet dininin anayasadan çıkarılması, Atatürk ilke ve inkılaplarının anayasaya girmesi, seçme ve seçilme hakkının kadınlara da verilmesi gibi değişimler bunlara örnektir.
1921 Anayasasının aksine yargı yetkisinin bağımsız mahkemelere verildiği hüküm altına alınmış ve yürütme veya yasamanın mahkeme kararlarını değiştiremeyeceği ifade edilerek kısmen yargı bağımsızlığı sağlanmıştır.
1945 ve 1952 yıllarında iki sefer anayasa metni sadeleştirilmiş, 1960 darbesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.
e. 1961 ANAYASASI
1960 yılında Demokrat Parti hükümetinin darbe yoluyla yok edilmesi, Adnan Menderes başta olmak üzere üst düzey parti temsilcilerinin ve bakanların idamı ile Türk siyaset tarihinde yeni bir döneme girilmiştir. Girilen bu dönemin darbecilerce atılan ilk adımı, 1961 yılında hazırlanan ve halkoyuna sunulan anayasadır.
1961 Anayasasında ilk defa dibace (başlangıç) kısmına yer verilmiştir. Demokrat Parti gibi geniş halk kitlesi tarafından seçilen bir partinin ihtilal ve idamla tarihten silinmesi yükü altındaki yeni yönetim, anayasanın dibace kısmına ihtilale meşruiyet ve haklılık bildirgesi gözüyle bakmıştır. Ayrıca dibacenin anayasaya dahil olduğu belirtilmiş ve böylece darbenin meşruiyetine ilişkin iddialar ve ihtilalin ideolojik söylemleri anayasal bir hal almıştır.
1961 Anayasasının en önemli özelliği çift meclis sistemini getirmesidir. Buna göre hem TBMM çalışmalarına devam edecek, hem de bir üst kanat olarak Cumhuriyet Senatosu bulunacaktır.[21] Senatonun görevi bir nevi günümüzün iktidar parti grubu gibidir ancak özel yasama güçlerini de bünyesinde barındırmaktadır. Senato siyasetin karmaşasında, yanlış görüşlerin güç kazanmaması adına faaliyet gösterdiği iddiası ile TBMM’nin yasama gücünü oldukça sınırlandırmış ve yasamaya yalnızca fiiliyatta Senatoya uygunluk denetimi getirmiştir. Böylece çok sesliliğin önüne geçilmiş, Demokrat Parti siyasetten tamamen silinmiştir. 1961’den 1980 ihtilaline kadar aralıksız olarak devam eden çift meclis sisteminin sonu da, yine bir ihtilal olan 12 Eylül 1980 darbesi ile olmuştur.
Düzenlemeleri ve hükümleri itibariyle Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en demokratik anayasası olarak da ifade edilen 1961 Anayasası, ihtilalin kilit kadrosundan oluşan Milli Birlik Komitesinden bir takım üyelerin Cumhuriyet Senatosundan tabii senatör[22] olarak yer almaları anayasanın en antidemokratik yanı olmuştur. Yine Cumhuriyet Senatosu başkanlarının beşinin Adalet Partili, birinin ise CHP’li olması, görünüşte ve hükümlerde demokratik olan sistemin işleyişte antidemokratik olduğunun göstergesidir.
1961 Anayasası her ne kadar çift meclis sistemi ile günümüz sisteminden ayrılsa da, 2017 öncesi dönem Türk siyasetine hakim olan parlamenter sistem bu anayasa ile siyasi tarihimize giriş yapmıştır. Böylece görünüşte yetkili ancak gerçekte pasif Cumhurbaşkanı ile, görünüşte ikincil ancak yürütmenin tüm gücünü elinde bulunduran başbakan ve kabine yürütme erkini oluşturmuştur.[23]
1961 Anayasasında yargı erki modern anayasalarda olduğu gibi tam bağımsız bir hal almıştır.[24] 1961 Anayasasının en demokratik anayasamız olduğu tezinin en önemli destekçisi insan hak ve hürriyetlerini korumaya alınmış olmasından sonra yargı alanındaki bağışıklıklar ve bağımsızlıklardır. Bu anayasadan önce sadece mahkeme kararlarının kesinliği koruma altında iken; 1961 Anayasası ile hem mahkemeler tümüyle bağımsız hale getirilmiş, hem de hakimler üzerindeki muhtemel etkiler bertaraf edilmiş, bağımsızlıklarına olanak sağlanmıştır.
Anayasanın önceki anayasalardan en büyük farkı ise temel hak ve hürriyetler ile ilgilidir. Özellikle 1924’ten 1961’e kadar; Milletler Cemiyetinin yıkılması, ikinci dünya savaşının yaşanması, Birleşmiş Milletler ile beraber pek çok geniş katılımlı uluslararası örgütlerin kurulması, bağımsızlık ile Sovyetler arası bir ideolojik pozisyon alan Türkiye Cumhuriyetinin soğuk savaş yıllarında kesin bir şekilde ABD yanında pozisyon alması ve NATO’ya girmesi gibi pek çok olay üzerine; Türkiye’nin batı dünyası ile olan etkileşimi en üst seviyeye çıkmıştır. Bu etkileşimin bir ürünü olarak temel hak ve hürriyetlerin üç kuşak birden anayasaya girişi yaşanmıştır. İşte bu hakların anayasada yer alması ve koruma altında tutulmaları 1961 Anayasasının en demokratik olarak anılmasının en esaslı nedenidir.
f. 1982 ANAYASASI
12 Eylül 1980 darbesinin gölgesinde gidilen seçimler ve devamında meclisten geçen anayasa ile birlikte ikinci kez ihtilal anayasa değişikliğine neden olmuştur. Yaşanan bu değişimde de –tıpkı 1961 Anayasasındaki gibi- dibace kısmına yer verilmiş ve ihtilale meşruiyet çıkarılmaya çalışılmıştır.
1982 Anayasası ile tekrardan tek meclisli sisteme geçilmiş ancak 1961 Anayasasının getirmiş olduğu parlamenter sistemden 2017 yılına kadar vazgeçilmemiştir. Böylece parlamenter sistem elli altı yıllık süre ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun soluklu yönetim modeli olmuştur.
İnsan hak ve hürriyetleri bakımından dünyadaki gelişmelere ve AB’ye giriş sürecine bağlı olarak pek çok değişiklik ve yenilikler getirilmiş, hem var olan kuşak haklar korumaya alınmış, hem de gelecekte ortaya çıkabilecek haklar için bir perspektif çizilmiştir.
Yargı bağışıklığı ilkesel olmanın ötesine geçerek sistematik ve çok boyutlu hale getirilmiştir. Mahkemelerin bağımsızlığı ve yargının bir erk olarak yasama ve yürütmeden ayrılığı teminat altına alınmıştır.
2010’a kadar Cumhurbaşkanının meclis tarafından seçildiği bir statüko hakimken, 2010 yılında yapılan değişiklik ile birlikte Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kararlaştırılmıştır. Yapılan değişiklik ile her ne kadar icranın aktif üyesi direk olarak seçilemese de, demokratik bir atılım gerçekleştirilmiştir.
2017’ye kadar yürütmenin başında sembolik yetkileri olan bir Cumhurbaşkanı ve geniş yetkili Başbakan-kabinenin olduğu bir model benimsenmişken, 2017 yılında 1982 Anayasasının yaşadığı son köklü değişiklik yapılmış ve başbakanlık makamı lağvedilerek yürütme tek bir merkeze toplanmıştır. Böylece ikinci kez halkın seçim gücü artırılmış, demokratikleşme yolunda önemli bir ilerleme sağlanmıştır. Tabi bu esnada modelin 2010 değişikliğinin ardından tipik parlamenter sistemden ikinci kez saptığını ve son değişimle birlikte iyiden iyiye başkanlık sistemine evirildiğini söylemek gerekmektedir.
SONUÇ
Her ne kadar 2021 yılı itibariyle cumhuriyetin henüz 98. yılına girmiş olsak da, Türklerin anayasacılık tarihi oldukça eskilere dayanmaktadır. Sözlü dönemde devletin oluşumu ve genel esaslarını belirleyen törelerin birere anayasa niteliğinde olmadığını söylemek yerinde olmayacaktır. Benzer şekilde örf ve şeriatın oluşturduğu sözlü hukuk da anayasal özellikler göstermektedir. Buna karşın modern anayasa teriminin bir önkoşulu olan yazılılık şartının sağlandığı ilk anayasal metin 1808 tarihli Sened-i İttifak’tır. Sened-i İttifak’ta tıpkı dünyadaki sürece paralel şekilde hükümdarın yetkilerinin sınırlandırması yolu ile ilk adım atılmıştır. Daha sonrasında (Sened-i İttifaktan önce de var olan) fermanlar ve kanunnameler süreci, Kanuni Esasi’nin ilanı ve sırası ile birinci ve ikinci meşrutiyet. Her ne kadar 1920li yılların başında Osmanlıu’nın fiilen sona erdiği bir tablo ortaya çıksa da Kanuni Esasi genç Türkiye Cumhuriyetinin de ilk anayasal metinleri arasında yer almaktadır
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte hızlı bir kendini bulma ve yol çizme çabası içerisine giren kanun koyucu, Atatürkçülüğün hakim olduğu bir ideolojik çizgi ile yenilikleri yapmış ve günümüze değin sürdürmüştür. Bu süreçte iki sefer asli kurucu iktidar vasfı ile cunta rejimlerinin anayasa yaptığına, sayısız defa ise tali kurucu iktidar sıfatı ile meclisin anayasa değişikliğine gittiğini görüyoruz.
2010 değişikliği ile başlayan süreç, 2017 referandumu ile zirveye varmış ve halkın yürütme erki üzerindeki tayin gücü pekişmiştir. 2017 değişiklikleri ile parlamenter sistem değiştirilmiş ve başkanlık benzeri özgün bir sisteme geçilmiştir. Geçilen yeni sistem ile halkın yönetimi anlamına gelen demokrasi daha ciddi karşılık bulmuş ve etkisini artırmıştır.
[1] Akad, Dinçkol, Bulut, Genel Kamu Hukuku, Ekim 2020, S 17
[2] Abdurrahman Eren, Anayasa Hukuku Dersleri Genel Esaslar – Türk Anayasa Hukuku Ekim 2020 / S 25
[3] Uygar Coşgun, Dünden Bugüne Anayasacılık, Hukuk Gündemi Dergisi, 2008-1, S 95
[4] Alev Alatlı, İnsan Haklarının Doğası, Temeli ve Özü Nedir?, Batıya Yön Veren Metinler., Cilt 1
[6] Ersan İlal, İstanbul Üniversitesi Dergisi, ? Baskı, S 234
[7] Mehmet Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, 2017, S 35
[8] Ziya Gökalp, Türk Töresi, İstanbul, 1977, s. 16-17.
[9] Zübeyir Saltuklu, Türklerde Töre, Atatürk Üniversitesi Dergisi, S62
[10] Macit Kenanoğlu, Osmanlı Kanunnâmeleri Neşriyatı Üzerine Bir Tahlil, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 3, Say› 5, 2005, 141-186
[11] Halil İnalcık, Kanunname, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
[12] Hakan Türkkan, Osmanlı Devleti’nde Demokratikleşme ve Kanun-ı Esasi’nin Demokratik Hüviyeti, Vakanüvis, Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi/ International Journal of Historical Researches, Yıl/Vol. 3, Prof. Dr. Azmi Özcan Öğrencileri Özel Sayısı
[13] İmren Karakoç, 1876 Tarihli Kanun-ı Esasi’de Yürütme Organı, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 8, Sayı: 2, 2006, s.115-149
[14] Ali Akyıldız, Tanzimat, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
[15] Gazi Erdem, Islahat Fermanı’na Yeniden Bakış, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 51:1(2010), ss. 327-348
[16] Hakan Türkkan, Osmanlı Devleti’nde Demokratikleşme ve Kanun-ı Esasi’nin Demokratik Hüviyeti, Vakanüvis, Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi/ International Journal of Historical Researches, Yıl/Vol. 3, Prof. Dr. Azmi Özcan Öğrencileri Özel Sayısı
[17] Yücel ÖZKAYA, BİRÎNCİ KANUN İ ESASİ VE MEŞRUTİYET HAKKIND A ORTAYA KONULAN GÖRÜŞLER VE PARLAMENTO USULÜ HAKKIND A BİR LAYİHA
[18] İhsan Güneş, Teşkilatı Esasiye Kanunun Yapılış Süreci, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 20, Sayı 2, Syf. 234
[19] Zeki Çevik, TBMM Meclis Hükümeti Rejiminin İlk Anayasası: Teşkilatı Esasiye, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No 26 (Mart 2002), Syf 27
[20] Tuğrul Korkmaz, Hükümet Sistemleri ve Türkiye Üzerine Bir Analiz, Akademik Hassasiyetler Dergisi, Syf 43
[21] Seçil Karal Akgün, Ellinci Yılında 27 Mayıs Hareketi ve 1961 Anayasasının Türkiye’de Anayasal Kültürün Oluşumundaki Rolü, Mülkiye 2010, Cilt 34, Sayı 267, Syf 145
[22] Seda Dunbay, 1961 ANAYASASI PERSPEKTİFİNDEN PARLAMENTER BAĞIŞIKLIKLAR, TBB Dergisi, Sayı 124 (2016), Syf 172
[23] Fevzi Demir, Cumhuriyet Dönemi Türk Anayasaları ve Hükümet Sistemleri, Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Dergisi, Syf 66
[24] Fevzi Demir, Cumhuriyet Dönemi Türk Anayasaları ve Hükümet Sistemleri, Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Dergisi, Syf 65
Comments